Ahlaki bir labirent
“İki Şafak Arasında” filmiyle tanıdığımız Selman Nacar’ın yeni filmi “Tereddüt Çizgisi” 80. Venedik Film Festivali’nin resmi yarışma seçkisi Orizzonti (Ufuklar) Bölümü’nde prömiyerini gerçekleştirdi. 43. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma kategorisinde yer alarak En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu ve FIPRESCI ödüllerini kazandı. “Tereddüt Çizgisi”, uzun bir bekleyişin ardından 3 Mayıs’ta vizyona girdi.
Nacar, son filminde sinematik bir incelikle tereddütün izini sürüyor. Başlıkta yansıtılan ‘tereddüt’, adli tıp terminolojisindeki yara izine işaret ederek karakterlerin yaşadığı derin ikilemleri öne çıkarıyor. Film, ahlaki ve etik sorgulamalarla vicdan mefhumunu eğip büküyor.
Nacar, ilk filmi olan “İki Şafak Arasında”nın vaadini yerine getiriyor ve sistemin derinliklerindeki prosedürlerin ötesine geçen mükemmel bir hukuk draması sunuyor. Bu dolaysız film, ceza avukatı olan Canan’ın (Tülin Özen) hikayesini izliyor. Canan, işverenini öldürmekle suçlanan bir adamın savunmasını üstleniyor. Ancak film, sadece adalet arayışını değil, aynı zamanda sürekli sonu ertelemeye çalışmanın neden olduğu bir uyuşukluk ve yorgunluk atmosferini de ele alıyor. Filmin asıl odak noktası, karakterlerin trajik kaderlerinden çok, onları çevreleyen ve sürekli tehdit altında olan bir ağırlık ve irade. Bu atmosfer, her an felaketin kapıda olduğu duygusunu izleyiciye nazikçe zerk ederek gerilimi artırıyor.
DÜŞÜK TONLU DEPRESYONLA KAPLANMIŞ BİR DÜNYA PORTRESİ
“Tereddüt Çizgisi”, büyük ölçüde bir mahkeme salonu dinamiğinde ilerlese de muhtelif kamu kuruluşları da eşlik ediyor hikayeye. Mahkeme salonundan hapishaneye, hastaneden postaneye, adliye ve emniyet müdürlüğüne kadar uzanan farklı mekanlar bulunuyor. Ancak bu mekanlar ve olaylar hakkında pek bir fikrimiz yok. Bu belirsizlik, filmi kaplayan düşük tonlu bir depresyonla kaplanmış bir dünya portresinin bir parçası gibi. Depresif kaygının hareketi ve duygusu, hiçbir zaman yüzeye çıkmayan ancak sürekli olarak hissedilen bir atmosfer oluşturuyor.
Kasvetli ve klostrofobik mahkeme salonuna adım attığımızda, aralıksız bekleyişin yarattığı kaygı, doruk noktasına ulaşıyor. Bu kaygı, duruşmanın vahametinden kişisel, mesleki ve toplumsal gerilimlerin giderek artan bir bataklığına dönüşüyor. Canan, kendisini kovan patronunu öldürmekle suçlanan bir eski fabrika işçisini savunmaya çalışırken, hummalı bir çabaya giriyor. Öte yandan iddia makamı, sanığı mahkum etmek için gerekli her şeye sahip: Psikolojik profiller, sanık hakkında yığılmış sınıfsal önyargılar…
Dava oldukça sağlam ilerleyecek gibi çünkü müvekkilinin masumiyetini kanıtlayabilecek önemli bir tanığı var. Ancak tanık son duruşmaya gelmediğinde her şey alt üst oluyor. Canan, tanığı mahkemeye getiremediğinde davanın temeli sarsılıyor. Ancak Canan, müvekkilinin duygusal açıdan dengesizliğini ve umutsuzluğunu göz önünde bulundurarak, onu savunmak zorunda hissediyor. “Onu kurtaracak olan sadece benim” sözleri, Canan’ın içinde bulunduğu duygunun çıkmaz bir sokağın yönsüzlüğü gibi; vicdan yüzünü “başına yastığa rahat koyacağına inandığı” rotaya döndürüyor. Durumun giderek aleyhlerine döndüğünü fark eden Canan, işleri tersine çevirmek için mesleki etiği aşan adımlar atmaya karar veriyor. Öte yandan mevcut bir ikilem ile daha mücadele veriyor. Fiilen beyin ölümü gerçekleşen annesinin iyileşme ihtimaline tutunmayı ya da bir vicdan yükünün altına girmemeyi tercih etse de ablası (Gülçin Kültür Şahin) annesinin ötenazisini istiyor. Savunmak zorunda olduğu bir müvekkilinden başka, ablasına karşı savunması gereken bir vicdanı da olduğunu fark ediyoruz Canan’ın.
TÜRKİYE’DEKİ ADALET SORUNLARI
“Böyle birini savunmak nasıl mümkün olabilir?” Bu, avukatların insanlığın en karanlık yönlerinden bazılarını savunduğunda sıkça duyulan bir soru. Ancak cevabı oldukça basit: Kanun. Her ne olursa olsun, herkesin adil bir yargılanma hakkı vardır. Bir avukatın, kişinin suçlamalarla yüzleştiği anlarda ona rehberlik etme arasında seçim yapması, ahlaki bir ikilemdir. Ancak bu seçim, davanın kazanılması için ne kadar ileri gidilebileceğini de belirler. Bu doğrultuda Nacar, başkarakterin ahlaki bir labirentte sıkışıp kalışını, toplumun çürümüş yönlerini ve Türkiye’deki adalet sorunlarını ele alırken keskin dönemeçleri önümüze getirmekten imtina etmiyor.
Tülin Özen, Canan karakterini zamanla derinleşen ve dramatik bir yükseliş yaşayan bir performansla canlandırarak, rolü ve filmi adeta sahipleniyor. Canan, filmin özünde bir figür olarak beliriyor; onun ahlaki kararları, müvekkilini kurtarma çabaları ve içsel çatışmaları, hikayenin temelini oluşturuyor. Ancak, Nacar, Canan’ı sadece müvekkiline ve annesine olan bağlılığının işareti olarak görülebilecek, basit ve fedakar bir savaşçıya dönüştürmekten kaçınıyor. Onun içgüdüsel tepkisinin ne kadarının sosyal vicdandan veya annesine olan bağlılığından, ne kadarının sadece gururundan ve kurtarıcı kompleksinden kaynaklandığından tam olarak emin olamıyoruz.
Kimliklere, koltuklara indirgenmiş hiyerarşik bir düzende özellikle son yıllarda Türkiye’de adalet bir hayli irtifa kaybetti. Patriyarkal sistemin yörüngesinde şekillenen adaletin haklıya ya da hakkaniyete dair verdiği hüküm oldukça muğlak ve adalet boşluğunun kapanmadığı bu topraklarda sayfalarca anlatılacak acı var. “Tereddüt Çizgisi”, bu noktada, umutsuzluğun ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bu karanlık atmosferde didaktik bir söylem üretmiyor; aynı karanlığın sıkışmışlığından ve çıkışsızlığından var gücüyle sesleniyor. Cinayet kurbanının zengin oğlunun sosyal statüsü, birinci dereceden şüpheli olarak sorgulanmadığında, çatısı çöken mahkeme salonu ile resmedilen yıkık dökük adaletin işlevsizliği araştırılmadığında yargının, hukukun ve vicdanın sadece adı kalıyor.
Nacar, belirli bir dramatik çerçevede dikkate değer miktarda gerilim yaratıyor. “Tereddüt Çizgisi”nin en etkileyici yanı, Nacar’ın bu gerilimin çözülmesine veya baskının azalmasına izin vermemesi. Filmin sonunda mahkeme salonundan ayrılırken duruşma devam ediyor. Sonuç veya sanığın olası masumiyeti hakkında filmin başından bu yana bir kesinlik yok. Kapanış sahnesine karanlık bulutlar eşlik etse de sonun ne olduğu konusunda da bir fikrimiz yok. Fakat karanlığın kırgınlığını yaratan tüm bu sürece dair tecrübemiz çok.